top of page

SA'Y ve TETEBBU DERGİSİ

(Emek ve Araştırma Dergisi)

   Nafi Atuf Kansu 1910 yılında  İstanbul'da Mülkiye Mektebini bitirdikten sonra Maarif Vekaleti (Milli Eğitim Bakanlığı) tarafından Edirne'ye tayin edilerek Nimet'i Hürriyet Mektebi Müdürü ve aynı zamanda Edirne Vilayeti Maiyet Memuru olarak görevlendirilmiştir. 
   Bu yıllarda Mülkiye'den arkadaşı olan Mehmet Vehbi (Sarıdal) bey ile yakın düşünce ve uygulama arkadaşlıkları Edirne’de devam eder. 

   Ülkemizde eğitim akımları, ve düşüncelerine ilk yer veren önemli dergilerden birisi olan “Sa'y ve Tetebbü” adlı dergi Nafi Atuf bey ile Vehbi bey tarafından Edirne’de çıkartılmaya başlanmıştır. Derginin içeriğinde edebiyat ve toplum bilimi ile ilgili konularda değişik makaleler Osmanlıca olarak yer almaktadır. 

   Dergi’nin ilk sayısı 22 Şubat 1911  tarihinde, "Nüshası 20 Para" ederiyle  yayın hayatına başlamıştır. Edirne Askeri Matbaa ve Edirne Vilayet Matbaasında basılan derginin Mesul Müdürlüğünü Nafi Atuf bey yapmaktadır. Dergi yaklaşık 1,5 sene boyunca çıkmış olup toplam 39 nüsha yayınlanmıştır. Derginin idare yeri Edirne'de Nedim Efendi Kütüphanesi olmuştur. 
   Edirne'nin Bulgar işgaline kadar 15 gün aralıkla yayınlanan bu derginin son sayısı   1 Ağustos 1912 tarihini taşımaktadır.

   Derginin içeriğinde edebiyat ve toplum bilimi ile ilgili konularda değişik makaleler yer almıştır. İlk İzcilik fikirlerini bu mecmuada Ragıp Nurettin Ege’nin yazılarıyla tanıtılmaya çalışılmışdı. Ragıp Nurettin Ege (Lozan talebe müfettişi)’nin yanında İzzet Ulvi , Ali Galip, M.Edip, Mehmet Sıtkı, Rabbani Fehmi, Namık Zeki, Hasan Fehmi gibi İkinci Meşrutiyet Dönemi eğiticilerinden  bir çoğu bu dergide yazılar yazmışlardır. 

16,5x23,5 cm. ebadında olan derginin, günümüzde Milli Kütüphane, Beyazıd Devlet Kütüphanesi, Atatürk Kitaplığı, Atıf Efendi Kütüphanesi, Erzurum Atatürk Üniversitesi Merkez Kütüphanesi, Hakkı Tarık Us Kütüphanesi, İzmir Milli Kütüphanesi arşivlerinde nüshaları bulunmaktadır.

                                                               


SA'Y ve TETEBBU DERGİSİ'inden EĞİTİM ile ilgili bir yazısı ;

   MEKTEP TERBİYESİ

 Terbiye ve intizam derdemez çocuklarımızı canlı bir makine haline koymak istediğimiz anlaşılmasın. Bütün harekât-ı fikriyenin ufak ve basit bir işarete esir olduğu sınıflarda intizam pek mühlik(zor) bir hayaldir. Mektep terbiyesinden maksat, çocuktaki faaliyet ve kabiliyeti zayıflatmak değil, bu kuvvetleri bilâhere daha büyük fevaid-i şahsiye(kişisel faydaya) tevlit edecek bir mecraya sevk etmekdir. 

Bizim, mektep terbiyesi olmak üzere istediğimiz şey harekâtta intizam, mesaide sükûnet ve herkesin hukukuna hürmetten ibarettir. 

Tedriste muvaffakiyet ve hayatta intizam temin eden hürriyet-i fikriyeyi muallim ne kadar muhafaza ederse talebesi o kadar temiz ve terakkinin en büyük şartı olan mesai-i şahsiye ile o kadar tecehhüz(hazırlıklı) eder. 

Bu gayeler düşünülerek tesis edilmiş bir intizam ve terbiye aynı zamanda muallimin de sıhhatini korur; sınıfta, bir intizam temin için bitmez tükenmez cezaların, gayri müfit emirlerin tazyiki altında yedi sekiz saatlik bir müddet geçirmek kadar yorgunluk verici bir şey düşünülemez. Fena terbiye verilmiş bir sınıf, talebesi muayyen miktarı aşmış sınıftan daha evvel bir muallimi helak edebilir. Şu halde iyi bir intizam ve terbiye nasıl verilebilir? Bunun için iki amil tasavvur olunur; biri bizzat muallim diğeri de muallimin terbiye ve intizam hususundaki usulü…Bunların bir mektebin umumi terbiyesinde büyük tesiri vardır. Evvelden dikkatli görmek, daha sonra doğru takdir etmek, muallimin en büyük meziyetlerindendir. Bir çok muallimler, intizam hususunda muvaffak olamazlar, çünkü ademi muvaffakiyetin esbabını layiki ile araştırmamışlardır. Mektep terbiyesi, fenalıklara karşı müessir bir tedbir olmalıdır, yoksa bir mahiyet-i tenkiliyeyi haiz olması muvafık değildir. Bu fikre göre mektep terbiyesinde şu üç kaideye riayet etmek icap eder;

1)   Mükâfat, çalışmayı teşvik ve idare etmelidir,
2)   Cezanın yapılan kabahat ile sıkı bir irtibatı bulunmalı,
3)   Mektebin nizamnameyi dahilisi öyle bir intizamı tam ile tatbik edilmelidir ki talebe, irtikâp edeceği ufak bir tecavüzü derhal bir cezanın takip edeceğini evvela kestirmeli.

Şu halde, mükâfat yalnız derslerini, vazifelerini güzel yapan ve mektep içinde nazik duran efendilere tahsis edilmez, çünkü bu beyefendiler esasen itaatkâr ve çalışkandırlar. Mükâfat bu gibi talebenin yalnız mesaisini idare eder, yoksa tezyid ve takviye edemez. Halbuki birçok çocuklar vardır ki harekât ve efalinde tergib ve teşci edilmeye muhtaçdırlar. Mükâfatın büyük bir kısmı bu gibi çocuklara tahsis edilirse herhalde faydalı semereler elde edilir. 

Bundan başka, ceza dahi mantikî olmalıdır. Dersini yapmamış bir şakird’e dersini yaptırmak, vazifesini fena yazan için tekrar yazdırmak, arkadaşlarının oyununu bozanı bir müddet oyundan mahrum etmek, bir şeyi kirleteni onu temizlemek için mecbur eylemek, isteyerek veyahut istemeyerek bir şeyi kırana tazminat teklif etmek en münasip cezalardır. Çocuk anlamalıdır ki yaptığı hareketin mesuliyeti, bütün netayiciyle kendisine ait olacaktır.

Kabayih-i ahlakiyeye gelince bunu mantikî surette cezalandırmak daha güçtür, çünkü çocuk her şeyde evvel kendi kabahatinin fenalığını ve verilecek cezanın pek münasip olduğunu takdir etmeli, daha doğrusu bir dereceye kadar kendinin hakim-i adili olmalıdır. Bunu temin içinde çocuğun dimağını düşündürmek, kalbini tahrik etmek ve vicdanını söyletmek icap eder.

Muallim talebesinin kabahatlerini sükût ile muhakeme ederek beyanı rey eylemelidir. Talebe de muallimin mesleğinin gayri kabili tağyir ve işleyeceği kabahatin herhâlde âdil bir cezayı mudi olduğunu evvelden takdir etmiş bulunmalıdır. Mükafatın terbiye hususundaki ehemmiyeti kadar, bazende bir cezanın netayic-i kat’iyesi, talebeyi salim bir meslekte yürütmek için haiz-i ehemmiyettir.

Mükâfat vermek hususunda oldukça ince düşünmeye ihtiyaç vardır. Mükâfat herhalde bir iyiliğin neticesi, yahut bir iyiliğin müessiridir. İyilik ihzar etmeyen ve o mükâfat sebebiyle iyiliğe meyil etmesi melhuz olmayan bir çocuğa mükâfat vermek, bihakkın mükâfat alanlar nezninde mükâfatın kiymetini tenkis eder.

Ceza da, yukarıda söylediğimiz usül pek muvafıktır. Bir mektep içinde en büyük ceza, istisnai olarak, çocuğun kabahati hakkında ebeveynine malûmat vermektir. Velhasıl, mümkün olduğu kadar az cezalandırmak ve ceza verildiği takdirde müessiriyetine dikkat etmek mektep terbiyesinin en şayan-ı ehemmiyet esaslarındandır. 
                                                                            Nafi Atuf Kansu - Sa’y ve Tetebbu - Sayı 8, 14 Haziran 1911 

                                                            


SA'Y ve TETEBBU DERGİSİ'inden MİLLİ KÜLTÜR  ile ilgili bir yazısı ;

DİRİLME ÇARELERİ

 Yalnız şekli idaremizde, şekli hükümetimizde değil bünye-i içtimaiyetimizde, edebiyatımızda esaslı inkilaplar, tekamüller vücuda getirmekle naili hayat olacağız.

Ne vakit, bugünün mütereddid gençleri yarının saadeti için müttehid bir âmil bularak metin, azimperver bir çalışmayla ileriye atılırlarsa işte o vakit, milletin hayatında sarsılmaz bir ruhun tecelli ettiğini göreceksiniz.

Hastalığımız ne idi,  bunu milletin ruhuna nüfuz ederek tetkik etmelidir.  Ruh-u milliyi cerihadar eden âmil-i tahripkârı bulduktan sonra cesur, faal bir nesil ister ki bütün mevâne, müşkülata göğüs gererek hayatı milleti kurtarsın…

Kendine has mevahib-i tabiye’ye, iklime tarz-ı maişete malik Osmanlı memleketinde hiçbir zaman garptaki müşekkel medeniyet aranılamaz. Almanya ve Fransa gibi birbirine bitişik memleketlerde bile değişik ruh-u milli, pek tabii olarak, Osmanlı memleketinde de değişmelidir. 

Osmanlılar, Osmanlı vatanında yaşamış bütün anâsır, asırların sinesinde gömülmüş o kadar müessireatın zebunudur ki bunları bir darbe-i teceddüdle devirmek pek zararlı olur.  Esasen hiçbir millet, milliyetinin icabatını o kadar terakkiyata, başkalığa rağmen öldürememiştir… hayat-ı milliyelerinde yüksek, zevnekdar teceddüdler gösteren milletler ruh-u millilerini yeni ve zinde müesserat altında inkişaf ettirmekten fazla bir şey yapmamışlardır.

Fransa’daki şuh ve işvebaz hayatı İsviçre’de göremiyorsunuz. İsviçre, metanet-i ahlakiye, fazilet-i içtimaiyeye dair size ne kadar müteneffih misaller verir, lakin düşünelim ki hem Fransa hemde İsviçre mutemedindir. Şu halde temeddün(medenileşme), milliyeti, ruhu milliyi sarsmakla değil belki ruhu milliyi bir tekamüle uydurarak teali(yükselmek) ettirmekle hasıl olur. Bu fikrimi isbat için uzun delil icat etmeğe hacet görmem; yalnız, Avrupa’nın bütün milletlerinin, birbirinden oldukça ayrı simayı temeddün arzettiklerini söylemekle iktifa ediyorum.

Büyük bir müellif anasiri medeniyeti şöyle ayırıyor: Elsine, tesisat, itikadat, efkar ve edebiyat…ancak ayrıca söylemeyi unutmuyor ki bütün bu anâsir, her millette muhtelif çehreler arzeder. Elsine her millette değişir. Tesisatı içtimaiye ve siyasiye her millette başkadır; itikadat pek muhteliftir; efkâr dahi insanlar kadar çok ve ayrıdır ; her millet, kendisine mahsus bir edebiyatın sahibidir.  

Şu izahata bakarsanız medeniyetin seyyâl tabiatını pek çabuk tahlil edebilirsiniz. Hangi millet ki bu anasirin bazısında diğerlerinden fazla ilerlemeğe muvakkat olmuştur, işte o medeniyet o millete izafe edilmiştir. 

Asur, Geldan, Mısır, Hint, Arap, Yunan, Roma medeniyeti ya lisan yahut tesisat ve saire itibariyle diğer milletlerden temeyyüz etmiş bir milletin ruhunu ifade eder.

 Tarih-i medeniyet, Osmanlılar için pek tamahkar davranmamıştır. Osmanlı Medeniyeti Tarihi medeniyette pek az yer tutar, bu acı itirafat içinde, en büyük  âmil-i inhitatın  pek çok mülevves zevahir ile, en çirkin alayişlerle ruh-u millinin kirletilmiş olduğunu buluyoruz. Yoksa, ruh-u milli saffetini muhafaza ederek bir tarik-i tekamül takip etseydi herhâlde bugünkü Osmanlıları şimdi tanınmayacak kadar başka görürdük. 

Tarih sayfalarında görürsünüz;

Osmanlılar gayet cesur idiler, kabile reisine itaat, küçüklere merhamet ederlerdi. Kanaatkâr idiler, muharebeden sonra her Osmanlı çifti, çubuğu ile meşgul olurdu. Kabile reislerini tetkik ediniz. Padişahlar gayet cesur idiler, adaletten ayrılmazlardı. Tesisat-ı idariyelerine bakınız; bir divan-ı hümayün vardı. Vüzera toplanır, devletin işlerine bakar, karar verir, kararını padişaha tebliğ eder, iradesi istihsal olunurdu. Tesisat-ı askeriyede, bahusus ilk zamanlarda büyük bir intizam görülür. Osmanlılar, Süleyman Kanuni zamanında parlak bir devr-i edebi geçirdiler. Fuzuli, Baki, Nef’i, Kâtip Çelebi Osmanlı hayat-ı edebiyesinde layemut izler bıraktı.

Osmanlı edebiyatı hakkında mühim bir eser yazan Mösyö Fazi; “Nef’i nin hiçbir millette bulamadım” diyor. Fuzuli “Leyla ve Mecnun” ile tarih-i edebiyatta ne kadar müâllâ bir mevkii ihsaz etmiştir! Yalnız enkâzı zamanımıza gelmiş bütün … medeniyetler, hep ruh-u millinin tezelzülü mahsulüdür. Yeni doğan ebediyen yaşamak isteyen milletler kuvvetlerin esasatını kendi muhitlerinden, kendi hayatlarından alırlar; ancak dikkat etmeli, ki bu kuvvetler ifrad olunmasın…

Yıldırım devrindeki Emir Buhari’nin Yavuz Sultan Selim devrindeki Zembilli Ali Efendi’nin Üçüncü Mehmet saltanatındaki Saadettin Efendinin ve Birinci Ahmet zamanındaki Sunullah Efendinin cesaret-i medeniye ve metanet-i kahramaneleri Bizans’ın, İran’ın riyaları, tabasbusları arasında görünmeyerek bize mevrus olsalardı, Osmanlı medeniyetinde bir sahifeyi inkıraz bulmakta güçlük çekerdik. 

Saffet-i itikatımıza İran’ın efsunları, esasi meşverete müstenit idaremize Bizans'ın keyfi emirleri nüfuz etmemeli idi. Din-i mübini İslamın akıl ve hikmet istinat eden esasat-ı adilesi altında birçok haksızlıklar, akılsızlıklar, irtikâp olunmamalıydı. Kanaatin yerini haset, cesaretin yerini korkaklık, merhametin yerini gadr, çalışmanın yerini tembellik tutmamalıydı.

Terbiyeci şahsiyetimizi ifsad ettikçe tesisatı idariye ve siyasiyetimizle sarsıldı; hâkkı söylerken tutulan dillerimiz tedrici bir sükut ile bir zaman geldi ki en şeniğ haksızlıklar karşısında bile söylemez oldu.

Divan-ı Hümayün, mevkin-i padişahların nedimlerine, hasekilerine, kadınlarına terk etti. Bu çürük muhitte edebiyat muhtaç olduğu nezih ve müâllâ sahayı bulamadı. Hayatbahş itikadat yerine inzivahanelerin, cinci hoca hem-pahasının efsunları meydan aldı. Osmanlılığı diriltmek için fikrini sarfetmiş pek az vatandaşa tesadüf olunur. Kılıncın kahhar darbesi, halatın korkunç ilmeği dururken fikir yormağa hacet yoktu.

Ah! Fikir yoksulluğu… bu mahsumiyet, Osmanlılık için ne ibret-i amir, ne esefmak akıbetler hazırladı. Mahkemeler, hak kazasını kılıncın keyfine terk ettikten sonra siz adalet namına ne bekleyebilirsiniz. Bütün bu arizi, marazi haller Osmanlı’nın ruhunu teşkil eden cesaret, kanaat, meşveret, merhamet, gayret gibi hasail-i aliyeyi boğdu ve bu tarihten sonra Osmanlılık için elim bir inkiraz devri başladı. Bu da pek tabii idi; çünkü ruh-u milli sarsılmış, levsiyat, ihtirasat geniş bir meydan almıştı. Tarihin kanun mahiyetinde söylediği şu hakikat tezahür ediyordu. “Bir millet, esasat-ı milliyesini muhafaza etmezse mahv olur”

Artık ilk sözüme geleyim: “Yalnız şekli idaremizde, şekli hükümetimizde değil, bünye-i içtimaiyemizde, edebiyatımızda esaslı inkilaplar, tekâmüller vücuda getirmekle nail-i hayat olacağız.”


(Ülkemizde yalnızca yönetim ve hükümet şeklimizi yenileyerek değil, toplumsal yapımızda olduğu kadar sanat, estetik ve edebiyat gibi sosyal alanlarda yapacağımız köklü değişimlerle hayatta kalabiliriz)

                                                                             Nafi Atuf Kansu - Sa’y ve Tetebbu  - Sayı 7, 28  Mayıs 1911 
 

sayı-27.jpg
  • Facebook Social Icon
  • Twitter Social Icon
  • Google+ Social Icon
bottom of page