top of page
ulku-sayı-38.jpg

ARDINDAN HAKKINDA YAZILANLAR; "Ülkü Dergisi-Şubat 1950, Sayı 38'den alınmıştır"


    

                                                       NAFİ   ATUF   KANSU

                                                                                                                                          Hasan Ali YÜCEL

O'nu,  İstanbul Darülfünun'unda, Ter­biye Müzesine memur olduğu zaman ta­nıdım. Terbiyeci İsmail Hakkı Hoca, bu müzede bana iş ve vazife vermişti; çalışıyordum. Henüz talebe idim. Ateşli, atılgan bir gençtim. O, tatlı ve sakin mizaciyle, tam ters yaradılışta olduğumuz halde, be­ni kendine yaklaştırdı. Dersler ve gazete işlerinden boşalan zamanlarımda onunla konuşurdum. Klasik konular dışında, be­nim o zaman hiç de haberdar olmadığım memleket meselelerinden açar, uzun uzun anlatırdı. Bu ayağı asker postallı, giyini­şi mühmel müze memuru, anlamıştım ki tam bir mütefekkirdi. Söyleyişi ne kadar ihtiyatlı ise, düşünüşü o derece cüretliy­di. Gezdiği, gördüğü yerleri gerçek görüş­lü bir ilim adamı açıklığı ile, fakat orada yaşayan vatandaşların halini duygulu bir şair içliliği ile anlatırdı.

Birgün “ben artık burada duramam” demişti. Sonra öğrendim ki Anadolu'ya geçmiş. Başlangıcı böyle olan bu tanışma­mız, otuz yıl sürüp gitti. Maarifteki idari işlerin bunaltıcı çalışmaları içinde O'nu tekrar gördüm. Şikâyet alışkanlığı olma­dığı halde bu sıhhat ve vakit öldüren buhranlı gayretlerinin, kendisine okumak ve yazmak imkanını  vermemesi , O'nu üzü­yordu. Çünkü O, birinci sınıf bir entelek­tüeldi. Fikir gıdalarından mahrum yaşıyamazdı. Daha sonra Milletvekili oldu, politikaya girdi. CHP Merkez Kurul’unda yine birbirimize rastladık. O ka­dar ki, toplantı günleri yanyana oturur­duk. Bu defa da politika, O'nu, sırf fikir adamı olarak yaşamadan çekiyordu.

Nafi Atuf, kalabalık sevmezdi. Utan­gaçtı. Aramızda güzel, nükteli, neşeli ve manalı konuştuğu halde topluluk önüne çıkıp rahat söz söyleyemezdi. Ankara Hal­kevi Başkanlığında, O'nu, salonun sahne­sinden çok odasında dinlerdik. Kuvvetli bir üniversite adamı olabilirdi. Sosyal mevzular, mektep arkadaşları anlatırlar, daha mülkiye sıralarında iken O'nu şid­detle çekermiş. Fakat kader, Nafi Atuf'u bu yüksek istidat ve bu harereti arzusu­nun dışında yaşattı, ölümü ile milletine ve dostlarına bıraktığı miras ;  fasılasız bir çalışma, temiz bir hayat, fikirlerini kıs­men nakleden yazı ve kitaplardır. 

Ondaki inkılapçı ve ileri milliyet anlayışını daima muhabbet ve hürmetle anacağım.

                                                               


          NAFİ   ATUF 
            Öğretmen, Terbiyeci, İdareci


                                                                                                                                                 Faik Reşit UNAT

Nafi'i Atuf Kansu, öğretmen, terbiyeci ve idareci olarak daima başarılı ve verimli geçmiş meslek hayatiyle maarif tarihimizîn hatırasına    ve işlerine    büyük yer ayıracağı, son yılların önemli maarif adamlarından biridir. Ne yazık, kendisi­ne, çok sevdiği mesleği için daha verimli hizmetlerde    bulunmak şansını    saklıyan siyasi hayatında. omuzlarını çökerten ağır vazifelerin yükü    altında yıpranarak pek erken aramızdan ayrıldı.

Hayatımın bir devresinde talebesi oldum, öğretmenlik ettiğim bir okulda bir müddet müdürümdü. Birkaç yıl da Ba­kanlıkta yakın maiyeti arasında vazife aldım ve beraber çalıştım. Bu itibarla "Ülkü"nün, ona ayırdığı özel sayının bana verilen sayfalarında, Nafi Atuf Kansu'nun meslek hayatı hakkındaki hatıra ve bilgilerimi, onun Millî Eğitim Ba­kanlığındaki resmi tercüme-i hal dosya­sındaki kayıtlara ve belgelere de dayana­rak, bir araya toplamağa çalışacağım. Bununla Nafi Atuf Kansu'nun Türk ma­arif hayatındaki yerini ve meslekî hiz­metlerini belirten nâçiz bir hizmette bulu­narak ileride onun biyografisini yazacak­lar için bir kanava çizebildiysem aziz ho­cama olan manevi borçlarımdan birazını ödemiş olmanın tesellisini duyacağım.

İlk öğrenimini Edirne'nin Taşlık ilk­okulunda, orta ve lise tahsilini Edirne Mülki idadisinde tamamlıyan Nafi Atuf, yüksek öğrenim için İstanbul'a gitmiş ve giriş müsabakasını kazanarak Mülkiye'ye yazılmıştı. 1910 da Mülkiye tahsilini bitirdiği zaman, o yıllarda bir kısım Mül­kiyelilerin memleket hizmetinde görev aldıkları maarif sahasını emellerinin ger­çekleşmesi için daha elverişli görmüş; çocukluğunu ve gençliğini yaşadığı muhi­te dönmüştü.

13 Eylül 1910 da Edirne İttihat ve Terakki Parti teşkilatının kurduğu "Nimet-i Hürriyet" okulunun müdürü ola­rak işe başladı. Bir ay sonra idareciler bu genç Mülkiyeliye bir taraftan da devlet hizmetlerine hazırlanması için vilâyet maiyet memurluğu vermişler, üzerindeki okul müdürlüğünü vekâletle idare olunur ikinci bir görev halinde bırakmışlardı. Birkaç ay sonra okulun idaresinden ayrıldı ise de Türkçe ve Medeni Bilgiler öğretmenliğine Edirne'nin muhasara günlerine kadar devam etti. Ay­rıca Edirne Ermeni Okulunun Türkçe öğretmenliğini yapıyor, bir yandan da on beş günde bir çıkarmağa başladığı "Sa'y ve Tetebbu" mecmuasiyle memleket fikir ve edebiyat alemine Edirne'nin se­sini ulaştırmaya çalışıyordu. Pedagojinin ve sosyal hayat düzeninin ilgilendiği konu­lar üzerinde çalıştığını buradaki yazıların­dan ve İkdam'da çıkan Edirne Mektupları’ndan öğreniyoruz. Nafi Atuf'ıın bir ara da İsviçre'ye kadar uzandığını, orada ileri maarif ve terbiye müesseselerini yakından görerek ve tanıyarak kendisini meslek hayatı için daha verimli olmağa hazırla­dığını görüyoruz.

Balkan hezimetlerinin memleketin maddi ve manevi hayatında yaptığı bü­yük sarsıntılar Nafi Atuf'a, artık tama­men öğretim ve eğitim sahasında hizmet kararını verdirmiştir. Edirne muhasara­sından kurtulur kurtulmaz, Biga'ya ya­kın akrabalarının yanına dinlenmek için gittiği vakit bile oradaki Numune Oku­lunda öğretmen olarak çalışmaktan ken­dini alamıyor. Kurtulan Edirne, harbin yıktığı veya dağıttığı müesseselerini yeni baştan kurarken açılan Darülmualliminin başına bu genç ve idealist hemşehrisini çağırıyor. Nafi Atuf böylece daha yirmi üç yaşında iken bir öğretmen yetiştirme müessesesinin başına geçerek Türkiye Maarif hayatı için beslediği ideallerin ger­çekleşmesine yardım edecek genç öğretmen adaylarını istediği gibi hazırlamak imkânına kavuşuyor.

Okulun en genç öğ­rencilerinden belki daha genç olan bu müdür ve öğretmenin adı, Balkan felaketinin yarattığı intibah havası içinde ben­liğini bulmaya çalışan milli maarifimiz için gayret sarfedenler arasında yer yer beliren değerlerden biri oluyor.

Balkan Harbinden sonra Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye'nin başına geçenler, Darüşşafaka’ya yeni bir hayat ve terbiye anlayışı sokmak istemişler. Satı Beyi müdür yapmışlardı. Yeni müdürün kendi­sine seçtiği iki yardımcıdan biri rahmetli Nüzhet Sabit, ikincisi de rahmetli Nafi Atuf olmuştur. 8 Şubat 1913 te müdür yar­dımcısı, tarih ve hukuk bilgileri öğretme­ni olarak vazifeye başladığı bu şefkat ve öğretim kurumumla ders yılı sonuna ka­dar çalışabildi. Bu üç terbiyecinin darüşşafakada kısa günde ne yaptıklarını, müessede yerleşen yeni terbiye havasını hazmedemeyen Cemiyet-i Tedriyesi’nin Satı Beyi vazifeden ayrılmağa mecbur etttiği gün, yüzlerce gence okullarını terk ettiren ruhun tecellisinde açık olarak gör­mek mümkündür sanırım.

Birinci Cihan Harbi seferberliği bü­tün memleket gençleriyle birlikte Nafi Atuf’u da Harp Okuluna götürmüştü. Bir müddet sonra hükümet bir kısım öğret­menleri terhis edince Maarif Nezareti, onu Bursa Darülmuallimini Müdürlüğüne tayin etti (7 Ekim 1914). Bir  sonbahar günü akşamı Bursa'ya varan ve eşyasını otele bırakan yeni müdür, şehirden okula dönen ve hemen yarısını medreseden gel­miş sarıklı gençler teşkil eden Darülmuallimin talebeleri arasına kendine has te­vazu ile karışmış ve onlarla birlikte oku­la girmiş, kapıcı bir yeni öğrenci sandığı yirmi dört yaşındaki bu çelimsiz delikan­lının kim olduğunu araştırmağa bile lü­zum görmemişti. Okulun ön bahçesinde gezinenler bu yeni arkadaşa hoşgeldin diyorlar, ilk akşamın yalnızlığından ve ya­bancılığından onu kurtarmak için etrafinı sararak onunla konuşmağa ve tanış­mağa çalışıyorlardı. O, hüviyetini belirtmeden yeni talebelerinden okul hakkında birçok bilgi edinmiş, hemen onların sempatilerini kazanmıştı. Ertesi günü bu gencin, okullarının yeni müdürü olduğunu adiyle saniyle öğrenince pek çok sevindi­ler ve ona daha candan bağlandılar. Bur­sa Darülmualliminine Nafi Atuf'la birlikte yeni bir ruh da girmişti. Müesseseye genç öğretmen yetiştirmenin sırrına mazhar öğretmenler bulmuş. Maarif Nezareti de istediklerini ondan esirgememişti. Bur­sa Darülmuallimininin küçük talebe kadrosiyle bu yeni öğretmenler çabucak kay­naştılar.

 

Leyli okullarımızın gelenekleri birer birer kırılmağa başladı. Çoğu hoca­lardan daha yaşlı olan öğretmen adaylariyle öğretmenleri arasında samimi ve ölçülü bir arkadaşlık kuruldu. Bir sofrada yemek yiyorlar, beraber geziyorlar, birlikte çalışarak bilgilerini genişletiyor­lardı. Okulun küçük kütüphanesi günden güne zenginleşiyor, yeni kurulan özel dersane ve laboratuvarları ileri öğretim metodlarını uygulandığı canlı bir faali­yet merkezi olmağa başlıyordu. Kendi kendine talebe idaresinin memleketimizde ilk görüldüğü okullardan birisi de Bursa Darülmuallimini olmuştur.

 

Her öğrenci­nin kendi yatağım bizzat havalandırıp düzeltmesi gibi bugün gayet tabii ve basit görünen hizmetlerden başlıyarak öğren­cileri, içinde yaşadıkları büyük evin mi­safiri olmaktan çıkarıp sahibi haline so­kan ruh, kısa zamanda yemişlerini verme­ğe başlamıştı, izcilik ve spor okulun ha­yatında büyük ölçüde yerini almıştı. Nâfi Atuf darülmuallimin izcilerinin başın­da, ince bastonuna dayanarak, dağ, tepe, köy dolaşıyor. Bursa çevresinin bütün tarih ve tabiat zenginlikleri içinde bu yeni eğitim vasıtasından faydalanarak genç öğretmen adaylarının bilgi ve karakterle­rini yükseltmeğe, onlarda vatan ve tabiat sevgisi duygularını arttırmağa çalışıyor­du. 1915 yaz aylarında Uludağ ilk defa olarak Karcılar’ınkinden başka Türk ses­leriyle çınlamıştı, Bursa Darülmuallimini gençlerinin bu ilk Uludağ kampı, memle­ketimiz dağcılık faaliyetlerinin tarihini araştıracak olanları da terbiyeci Nafi Atuf'un hatırası önünde saygı ve takdirle durduracaktır. O senenin sonbaharında bir izci seya­hatinden dönerken Mudanya bağları ara­sındaki yolda dağınık gruplar halinde ilerliyorduk. Kasabaya üzüm indiren köy­lüler rnerkepleriyle birer ikişer yanımız­dan geçiyorlardı, Bir dönemeçte, sahibi geride kalmış bir merkeple karşılaştık. 

Arkadaşlardan biri  hayvanı  durdurmuş  ve küfelerin birinden bir salkım üzüm al­mıştı ki müdürün: “Oğlum... buraya  gel” diyen sesini duyduk. Yaptığı işin kötülüğünü derhal kavrayan arkadaş,   süklüm püklüm kendisine doğru giderken, hayvan sahibi bize yaklaşmakta idi.  “Görüyorum ki, dedi, canın üzüm istemiş, belki arkadaşlardan da başka isteyenler vardır. Şu parayı al, hayvanın sahibi ile görüş, bir miktarını satın alalım. Akşam kahvaltısı için mola vereceğimiz yerde hep birlikte yeriz”. Arkadaş hareketine bin piş­man, hocanın emrini tahalükle yerine getirmiş ve hayatı boyunca unutamayacağı bir ahlak dersi almıştı. Nafi Atuf'un in­san vakar ve izzeti nefsini zedelemeden buna benzer islah edici daha nice psikolog inceliklerini gördümse de onun o gün Mudanya yolunda Rum köy­lünün bir salkım üzümüne el uzatılması­na güz yummayışı ile Viyana yolunda üzümünü yedikleri Macar bağ kütükleri yanına, aldıklarından daha üstün tutarda paralar bırakan ecdadımın davranışı arasında gördüğüm bu benzerlik hocamı­zın verdiği bu dersin hatırasını bende da­ima canlı tutmaktadır.

Nafi Atuf'tan sadece Bursa Darülmuallimini faydalanmamış, medeni bilgi­ler ve psikoloji dersleriyle Darülmuallimat'ın kızları da ondan feyiz almağa baş­lamışlardı.

1915-1916 ders yılı başında İstan­bul Darülmualliminden Müdür Muavini Hüseyin Ragıp Beyin (Roma Büyükelçi­miz Baydur) ortaya önemli meseleler ko­yarak çekilmesi, zamanın kadirbilir Ma­arif Nazırına, Bursa' daki başarılarıyla meslek muhitinde tanınan ve sevilen Nâfi Atuf'u bu göreve getirmek kararını verdirmişti. Belki de bu kararın altında bir müddet sonra onu doğrudan doğruya bu müessesenin başına getirmek tasavvuru da gizliydi. Her nedense İstanbul Darülmuallimini'nin müdür ve öğretmenleri yirmi beş yaşını henüz doldurmuş bu genç müdür yardımcısının tayininden memnun kalmadılar. Esasen o da Bursa'dan pek isteyerek ayrılmış değildi. 1915 Kasımı ortalarına doğru İstanbul'a gitti ve yeni vazifesine ancak Nazırın ısrariyle başladı. Şahsi dostu olan Maarif Nazırının bu tayinini önlemeğe muvaffak olamayan Darülmualiminin Müdürünün, Nezaret daireleri üzerindeki nüfuzundan faydalanarak Bursa'ya resmen yapılan bu tayin tebliğini kendi okuluna göndertmediğini ve yeni muavinin bir müddet sonra o muhitte istenmediğini de hissede­rek kati çekilme kararını Nezarete bildir­diği vakit, okuldan ayrılma tarihini soran Nezaret yazısına, sıkılmadan Nafi Atuf Beyin bu vazifeye başlamadığı cevabını verdiğini de tercüme-i hal dosyasındaki belgelerden öğrenmekteyiz.

Nafi Atuf, İstanbul Darulmuallimindeki bu kısa müdür yardımcılığından çekilince Nezaret kendisini İstanbul Darülmuallimatının pedagoji öğretmenliğine (27 Ocak 1916) tayin etmişti. O zaman maarif teşkilatı dışında bir takım okullar idare eden ve rahmetli Ürgüplü Hayri Beyin himmetiyle bunlara yeni bir düzen ve ruh vermeğe çalışan Evkaf Nezareti de “Mekatib-i Vakfiyenin umuru tedrisiye ve terbiyeviyesini takip ve teftiş ve te­rakki ve tekamülü esbabım tetkik ve ilam etmek üzere bir müfettişe lüzüm-u kati hissedilmekte olmasına binaen müteaddid mekteplerde ihtisas ve iktidar-ı meslekisini isbat etmiş olan Darülmuallimin Mü­dür Muavinliğinden müstafi Nafi Atuf Beyi” öğretmenlik görevlerine devam et­mek  şartıyla  Müessesat-ı İlmiye-i Vakfi­ye Müfettişliğine getirmişti. (10 Mart 1916).

Nafi Atuf  bu  sırada bir yandan ilk büyük eseri olan "Fenn-i Terbiye Tarihi"ni yazıyor; bir yandan da Kadıköy Lisesi ikinci Müdürü olan arkadaşı Hüse­yin Ragıp'la birlikte "Muallim" Mecmu­asını çıkarıyordu. Bu derginin mevcut pedagoji yayımlarımız arasındaki özel yerine ve değerine bu vesile ile işaret et­meden geçmeği bir haksızlık sayarım.

Büyük harp, memleketi yeni bir sos­yal problem karşısında bırakmıştı. Vatan için ölenlerin yetimlerinin elinden tutmak ve onları yetiştirmek. Hükümetin bu mak­satla İstanbul'da kurduğu Darüleytamlar, her gün sayısı biraz daha artan şehit ço­cuklarına kafi gelmiyordu. Vilayetlerde de açılmasına başlanmış, bir endüstri şeh­ri olan Bursa'da da kızlar için bir Sanayi Darüleytamı kurulmuştu.

Nafi Atuf, çok sevdiği Bursa'da tekrar çalışmak ve ter­biyecilerin ünlü üstadı Pestalozzi'ye mes­leğinin büyük zevkini duyurmuş olan ye­timlerin yetiştirilmesi alanında memleke­te hizmet etmek imkanını veren bu fırsattan faydalanmak istedi. Nezaretçe, bu Darüleytamın müdürlüğüne tayin olundu (2 Ekim 1916). Bir müddet sonra erkek­ler için kurulmuş olan ve orta okul sınıf­larınıda kapsayan darüleytamın idaresi de ona verildi. Bir taraftan da Bursa Darülmuallimatının tarih - coğrafya ders­lerini okutuyor, öğretmen yetiştirme hizmetine devam ediyordu. Hükümetin, darüleytamlari yine İstanbul'da toplamak kararını vererek Bursa'dakileri kapatmağa teşebbüs etmesi üzerine tekrar İstan­bul'a döndü (21 Kasım 1917). Yüksek Ticaret Okulu Müdür Muavinliğine, bir müddet sonra da Darülmuallimat ana muallimden kısmı Pedagoji öğretmenli­ğine tayin olunmuştu (9 Ocak 1918).

Darüleytamlarm kurucusu ve idare­cisi rahmetli İsmail Mahir Efendi öldükten sonra bu müesseseler sarsılmağa baş­lamıştı. Bunları gayelerine en çok faydalı olarak yeniden düzene sokmak ihtiyacını duyan Maarif Nezareti, Nafi Atuf'u bu defa da Kadıköy'deki Fransız okulları binalarında açılmış olan Erkek Darüleytamının Müdürlüğüne geçirdi (16 Ocak 1918).

Yeni işine büyük bir heyecanla sarı­lan müdür, Bursa'daki tecrübelerine de, dayanarak bu müesseselerin o güne kadar tutulan yolda ve kışla hayatının gelenek­lerine bağlı bir yatılı okul şeklinde ida­resinin beklenen sonuçları veremeyeceğini, bu müesseselerin kendi özelliğine göre teşkilatlandırılması gerektiğini Nezarete kabul ettirerek yeni yetkiler aldı. Çocuk­ları okulun muhtelif binalarına 50-60 kişi­lik gruplar halinde dağıtarak, idare ve terbiyelerini ikişer öğretmenle bunların okulda yaşayarak çocukların bütün hayat ve ihtiyaçlariyle ilgilenecek zevce veya annelerine bırakan bir sistem kurdu. Bü­yük yatakhaneler, yemekhaneler, dersaneler daire adını alan ayrı ayrı binalara dağıtıldı. Çocuklar böylece büyücek evler­de ayrı ayrı muhtaç oldukları şefkat ve ihtimamı bulan aile fertleri haline geldi­ler. Bir evin insanları olarak kendi kud­retleri dahilinde yuvalarının müşterek hizmetlerini yapmağa, şahsi değer ve ka­biliyetlerini tanıtmağa başladılar. Kadı­köy Darüleytamının bu başarılı tecrübesi, mahalli şartların icabına göre az çok de­ğişerek diğer darüleytamlarda da uygu­landı. Ve mütarekeden sonra bir müddet yine Nafi Atuf'un idaresinde kalan Ortaköy'de Hatice Sultan Sarayında yerle­şen darüleytamda da daha gelişerek bu müessesenin lağvına kadar devam etti. Öğretmen olarak ilk meslek hayatının manevi zevklerini tattığım bu müessesede hocamın yarattığı ve yaşattığı bu hava içinde, elinden tutulan birçok değerli memleket çocuklarını kütleler içinde eri­yip kaybolmaktan kurtulmuş olarak bu­gün ulaştıkları yüksek mertebelerde gör­dükçe, onun adını taşıyan üç değerli ev­ladı kadar, bunlarla da büyük bir iftihar duymakta Nafi Atuf'un hakkı olduğunu belirtmek isterim.

Nafi Atuf'un müdürü bulunduğu darüleytam, sadece çocukları için faydalı olmamış, kadrosunda topladığı öğretmen­lerin meslek hayatları içinde, adeta za­manında ileri öğretim ve eğitim metotla­rının nasıl uygulandığını öğrendikler. Çok verimli bir pedagoji enstitüsü vazife­sini görmüştür.

Nafi Atuf, okulu dışında bir taraftan Fenn'i Terbiye Encümeninin çalışmalarına katılıyor, bir yandan da mütareke devrinin millî mukavemet kudretini besleyen hareket ve teşebbüsleriyle yakından ilgileniyordu. Sık sık yanında toplanır onun ağır ağır anlattıklarım dinler ve memleket için yeni ümitlerle dolu çocuk­larımızın başına dönerdik.

Darüleytamlar Umum Müdürü Nafi Atuf'un faaliyet sahasını genişletmek için onu müdür-i umumilikte kendisine öğretim ve eğitim işlerinde bir yardımcı organ olarak ihdas ettirdiği Tedrisat ve Teftişat Şubesi Müdürlüğüne geçirmişti (l Mart 1919). Fakat müdür-i umuminin gösterişi üstün tutan ve günün politikasına çok yer ayıran tutumiyle bağdaşamadığı için bu işte fazla verimli olamadı ve Darülfünun­da o sırada kurulan Fenn'i Terbiye Mü­zesi Müdür Muavinliğini kabul ederek ayrıldı (24 Ekim 1920).

İstanbul'da artık bir iş görülemeyeceğini, Anadolu'ya, yeni devletin hiametine gitmek gerektiğini, önce milletin is­tiklâlini kurtarmak şart olduğunu söylü­yordu. Birgün “Ahvali hazıra hasebiyle hususî işlerle temin-i maişet mecburiye­tinde bulunduğundan” bahisle Darülfü­nundaki vazifesinden istifa ettiğini, arka­sından da Ankara'ya gittiğini duyduk.

1921 başlarında bir müddet Hakimiyet-i Milliye Yazı işleri Müdürlüğünde, Matbuat Umum Müdürlüğü Baş Müter­cimliğinde çalıştı. Göğsünde taşıdığı istik­lal madalyası bu milli hizmetlerinin hatırasıydı. Bir müddet sonra tekrar meslek hayatına döndü. Önce Ankara Darülmuallimatının pedagoji derslerini okutmağa başladı (16 Mart 1921). İlk Maarif Kon­gresinin toplandığı günlerde Ankara Li­sesi Müdürü oldu (19 Temmuz 1921). Sa­karya Muharebesi sırasında şehir boşaltı­lırken Darülmuallimat lağvedilmiş, lise Kayseri lisesiyle birleştirilmişti.

1921 - 1922 ders yılını bu birleşik li­senin basında ve hukuk, iktisat dersleri öğretmenliğiyle geçirdi. O seneki talim sicilinde, Kayseri Milli Eğitim Müdürü kendisinden “talebeye karşı vaziyeti pederanedir. Hürmet ve muhabbetlerini cel­be muvaffak olmuştur. Ahval-i umumiyesi haluk, vazifesine mukdim ve idareli bir müdürdür” diye bahsetmektedir.

Mudanya mütarekesi ile Trakya, Mil­li Hükümet idaresine geçince Bakanlık kendisini Edirne Milli Eğitim Müdürlü­ğüne tayin etmişti. Yeni görevine başla­mak üzere Ankara'dan geçerken, o sırada Milli Eğitim Bakanı seçilmiş olan İsmail Safa Bey, bu genç ve başarılı maarif adamıyle beraber çalışmak istedi ve onu Or­ta Tedrisat Müdürlüğüne tayin etti (12 Kasım 1922). İki yıl süren bu devrede Nafi Atuf, o günün şartları içinde Türkiye'­de modern bir orta öğretimin kurulması, orta öğretimde hocalık mesleğinin düzen­lenmesi ve orta öğretim kurumlarımıza ileri bir terbiye anlayışının girmesi için durmadan çalıştı. En dar bir kadro ve en mütevazı maddî imkânlar içinde gelişen bu faaliyet devresinin müsbet verimleri pek çoktur. Birinci Heyeti İlmiyenin gün­demindeki konuların her biri üzerinde onun nasıl çalıştığını maarif tarihimizi in­celeyenler bir, bir göreceklerdir. Okulları­mıza kendi kendini idare prensibi, genel olarak ilk defa onun sultani mektepleri talimatnamesinde yaptığı tadillerle girdi. Öğretmenliği bir meslek halinde teşkilatlandıran Orta Tedrisat Muallimleri Kanu­nunun projelerini o hazırladı. Tevhid-i Tedrisat kararını hiç bir sarsıntı yapma­dan o gerçekleştirdi. Vasıf Çınar'ın ilk bakanlığı sırasında toplanan ve Cumhu­riyet okullarının ders programlarını düzenleyen İkinci İlmi heyette en ağır yükler onun omuzlarında toplanmıştı.

20 Kasım 1924’te müsteşar olarak Maarif Bakanlığı mekanizmasının başına geçtiği vakit bütün teşkilât onun sessiz, fakat yapıcı ve toplayıcı idareciliğinden faydalanmak imkânını buldu.

10 Ekim 1927 de Erzurum Milletveki­li olarak müsteşarlıktan ayrıldığı güne kadar durmadan memleket maarifi için çalıştı. Rahmetli Mustafa Necati'nin en çok sevdiği ve güvendiği iş arkadaşıydı. Onun Türkiye maarifinde gerçekleştirdiği birçok yeni işlerin ve hareketlerin adsız hazırlayıcısı Nafi Atuf'tu. Maarif Eminlikleri teşkilâtı, Talim ve Terbiye Daire­sinin kurulması, bir Maarif Şurası ihdası hep onun ileri sürerek müdafaa ve kabul ettirdiği işlerdi.

Nafi Atuf, maddeten daha cazip bir kadro ile Bakanlıkta yeni kurulmuş olan Talim ve Terbiye Dairesi Başkanlığını, Bakanın devamlı ısrarlarına rağmen kabul etmemiş, o vazife için daha ehil gördüğü bir arkadaşını bu işe getirterek bakanlı­ğı manen kuvvetlendirmeği maddi menfa­atinin üstünde tutmuştu. Mesai arkadaş­ları için otoritesinin ağırlığını en az his­settiren ve onlara mesuliyet duyma ve karar alma zevkini en çok tattırmasını bilen bir şefti.

Mebus seçildiği vakit Ba­kanlıktaki vazifesinden istifasını bildiren dilekçesinin altına Mustafa, Necati Bey bütün samimiyetiyle “teessürlerle kabul edilmiştir” diye yazarken hiç şüphesiz en  küçük  memuruna kadar bütün Bakanlık mensuplarının duyduğu derin teesürü ifade ettiğine emindi. 

Nafi Atuf, siyasi hayatında da, son yıllara kadar millî eğitim işleriyle ilgisini kesmedi. Büyük Millet Meclisinin birçok dönemlerinde Milli Eğitim Komisyonu Başkanlığına seçildi.     C. H. P. Yönetim Kurulunda kültür ve eğitim işleriyle ilgili servisleri idare etti. “Türk  Maarif  Tari­hi” hakkındaki iki ciltlik denemesini ya­zarak irfan hayatımızın mazisi üzerinde çalışacaklara değerli bir kılavuz verdi (1930). Ve siyasi müsteşarlıklar devrinde Milli Eğitim Bakanlığında bu sıfatla tek­rar çalıştı. (25 Mart - l Kasım 1937)

Onu, çok sevdiği vatan topraklarının ağuşuna teslim ettiğimiz gün, tabutunu takip edenler arasında gördüğüm kimse­ler ve gözlerde okuduğum duygular Nafi Atuf'un kendisini tanıyan ve sevenlerin kalplerinde nasıl bir saygı ve sevgi yeri kazanmış olduğunu gösteriyordu.

 Nur içinde yatsın.

 

                                                                  BÜYÜK DOST

                                                                                                                                    İsmail Hakkı TONGUÇ

Hayatta tanıdığım, meziyetlerine meftun olduğum insanlardan iki tanesi bazı bakımlardan birbirine çok benzerdi: Rahmetli Saffet ARIKAN ile Nafi Atuf KANSU.

Bizim neslimize ağabeylik eden, sır kutusu gibi kapalı duran bu iki büyük insanın ikisi de gördüklerini, bildiklerini, hele memleket işleri ile ilgili düşünce­lerini kolay kolay söylemezlerdi. Böyle ol­duğu halde onların çevreleri insana mer­hametli bir ananın sıcak kucağı gibi te­sir ederdi, insan bu çevreye girince ken­disini tatlı bir dostluk havasının huzuru içinde bulur, önceden tasarlayamadığı derecede faydalanır, rahat rahat her şe­yi konuşabilirdi.

Arıkan'ın öldüğünü haber aldığım sırada Nafi Atuf Kansıı bir iş için tele­fon etmişti. Konuşmamızın sonuna doğru "Saffet Beyi kaybettik" dedim. O, "Han­gi Saffet?" dedi ve cevabı beklemeden telefonu kapattı. Aradan on dakika geç­memişti, odama geldi. Bir müddet sessiz­ce oturduktan sonra: "Ben onu geçen pa­zar günü evinde görmüştüm. Birbirimize sarıldık, öpüştük. Ayrılacağım sırada ba­na :

- Nafi! biz kötü insanlar değiliz, bu memlekete bizim gibiler de lazım, dedi. Uzun boylu konuştuk. Allah... Allah Saffet öldü demek..."

Otuz yıldanberi en büyük dost ola­rak tanıdığım Nafi Atuf Kansu'yu ilk defa yutkunmadan, kekelemeden, içinden geldiği gibi konuşarak sır kutusu olmak­tan çıkarken görüyor, dikkatle dinliyor­dum. Başka bir şey söylemeden yanımdan ayrıldı.

Onların ikisini de ölüm döşeğinde gördüğüm halde yokluk alemine ebediyen göçtüklerine bir türlü inanamıyorum. Memleketi ilgilendiren hangi önemli me­sele, eğitime temel teşkil eden hangi sağ­lam fikir hatırıma gelse hayatta imişler gibi onlar gözümün önünde canlanıyor, ikisi ile de konuşur gibi oluyorum. Her gün onlarla karşı karşıya gelecekmişim gibi duygulanıyorum.

Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrinin büyük olayları içinde çalkana çalkana yoğrulmuş olan, fakat bunlara dair bir şey söylemeden, yazmadan, göçüp giden bu iki mütefekkir insana neden bu kadar candan bağlandığımı düşündükçe, arkada bıraktığımız yılları mânalandıran önemli işler gözlerimin önüne seriliyor. Milli Mücadele yıllarının sıkıntılı günlerinden son Cumhuriyet Bayramına kadar süren zamanı dolduran iyi ve güzel hamlelerin hepsinde onların emeklerini ve paylarını hatırlıyorum, ikisi de karşımda heykelleşiyor.

Çevrelerinde iyimserlik, güvenlik ha­vası yaratmanın sırrına ermiş kimselerin yanında bulunmak, onların dostluklarını kazanmak, insana yalnız rahatlık ve hu­zur telkin etmez. Cesareti, hamle kuvve­tini arttırır, insanda iş yapma aşkını uyandırır. Nafi Atuf Kansu ile Arıkan bu bakımdan bilhassa güvendiklerini ha­rekete geçirmesini, her türlü şartlar içinde iş adamını korumasını ve destekle­mesini bilen ülkücü insanlardı. Böyle in­sanlar devlet adamında bulunması lâzım gelen sıfatları taşırlar.

Nafi Atuf Kansu ömrü boyunca hayatı olduğu gibi kabul etmiş, başka insanlara durmadan iyilik yapmış, ço­cuklarını değerli birer yurttaş olarak ye­tiştirmiş, mütemadiyen okumaktan ve düşünmekten zevk almış, sabır denilen büyük kudrete dayanmış, seziş projektörünü olayların üzerine tutarak mana çı­karmakta ve uzağı görmekte ustalaşmıs, dost kazanmayı ülkü edinmiş, değerli bir eğitkendi.

O, çocukları çok severdi.  Bitmek tü­kenmek bilmeyen insan sevgisi içinde yü­zerken en büyük payı çocuklara ayırmasını bilirdi. Tabiatı da çok severdi Etlik bağlarındaki mütevazi evinin bahçesinde dolaştığı zaman her çiçeği, her fidanı ayrı ayrı ziyaret eder, elinden hiç bırakma­dığı aşı bıçağı ile onları tımar ederken çocukları ihmal etmez, onları da bu işe alıştırmaya çalışır, buradaki zevkinden de en büyük hisseyi onlara ayırırdı. Geceleri saatlerce gökyüzüne serpilen yıldız­lara baka baka, derin derin düşünürdü.

Ölümünden bir iki ay önce, Etlik'e son gidişimizde bağdan ayrılırken birkaç defa durdu, arkasına manalı manalı baktıktan sonra Etlik sırtlarını eli ile işaret ederek;

- Şu güzel tabiatın içinde özel bir okul açıp çocukları bu cennete kavuşturamadık… Böyle yerlerde açılmış okullara kavuşan çocuklar, nimetin kadrini bilmelidirler…Şehir çocukları için bunu yapamadık…Günahlarımız büyüktür, Tonguç !.dedi .Otobüs durağına kadar hiç konuşmadı. 

Nafi Atuf Kansu bu sözleri söylediği zaman öyle işlerin içinden çıkmış bir insandı ki onu yakından tanımayanların çoğu, aklı içinden geldiği işlerde takılı kalmış zannederlerdi. Halbuki o, yalnızca çocukları düşünür, onlara istediği kadar hizmet etmek fırsatını ele geçiremediğine üzülürdü. Her meseleyi mürebbilik açısından görüp, buna göre çözmeyi tasarlar, başkalarına da bunu telkin etmeye çalışırdı. Çocuklara haksızlık yapıldığını görünce isyan ederdi. “Büyükler onlardan intikam alacak kadar soysuzlaşmamalıdır.."derdi. Onun başka hiç bir şeye isyan ettiği görülmemiştir. 

O, yalnızlığı seven hatta ondan zevk alan bir insandı. Hayatın birçok zorluklarını hafifletme veya yalnızlıktan faydalanma yolunu tutardı. Bu en belirli vasfı onu birçok kimselerden ayırır, anlaşılası güç bir eğitken haline sokardı. Onun için Nafi Atuf Kansu'yu yakından tanımış, ruhunun derinliklerine inmek fırsatlarını bul­muş olanların türlü  imkanlardan  fayda­lanarak onun hayatını yazmaları, meslek­taşlara tanıtmaları bir borçtur sanıyo­rum.

'”Ülkü” dergisi için yazı istenince onu son Cumhuriyet Bayramının şenlikle geçen günlerinde toprağa bıraktığımızı tekrar hatırladım fakat öldüğüne bir türlü inanamıyorum. Ülküsüne inanıp bağlananların dileği, nur içinde yatması, ruhunun hiç sönmemesidir.
 

bottom of page